23 Şubat 2015 Pazartesi

KABİLECİLİK - DERİ DEĞİŞTİREN VESAYET

İlkel çağlardan bu yana toplumlar kendi varlık sistemlerini oluşturmak için çeşitli aşamalardan geçmişlerdir.  Bu aşamalarda ilkel yaşam biçiminden insanların sosyalleşmesi ile birlikte devlet aygıtını oluşturmaları sonucu temelde Thomas Hobbes veya John Lock’çu anlamda devletler peyda olmuştur.

Özgürlüğün yaradandan geldiğine inanan ve o anlayışla kurulan ilk İslam devletleri aslında John Lock’çu anlayışla kurulmuşlar ve adil yargılanma haklarını şeriat hukuku şiarı ile devlete emanet etmişlerdir. Aynı şekilde Osmanlı’ya tabi olan tebaalar da ilk başlarda bu saiki gütmüşler , adaletinden emin olunan Osmanlı’ya haklarını devretmişlerdir.

Sonradan peyda olan ve vatandaşlarına rağmen zoraki kurulan veya kurdurulan devletlerde ise Thomas Hobbes’çu bir anlayışın hakim olduğunu görebiliriz. Bu saikle kurulan devletler kendi halklarına karşı onları koruyacakları yalanı ile çeşitli kısıtlamalar getirmiş ve vatandaşları bu yalanın vaadine inanarak tüm haklarını devlet aygıtının denetimine bırakmışlardır. Bugün halkına zulmeden lider veya liderler grubu tarafından yönetilen devletler bu amaçla kurulmuş ve kurdurulmuşlardır. Suriye, Suudların Arabistanı, Irak vb isimlerini sayamayacağımız ve saymaktan imtina ettiğimiz devletler bu anlayışla kurulmuşlardır. Vatandaşını komşusuna karşı sert tedbirlerle koruyan bu anlayış ‘’İnsan insanın kurdudur ‘’  düsturunu devlet anayasalarının görünmez derinliklerine ve satır aralarına gömmüş belli bir cenahı korumak hilesiyle diğer cenahlara zulmetmek amacına aşıkane bir tapınma gayretine girmişlerdir. Böyle toplumlar Ortadoğu ve bir kısım asya toplumlarında kabilecilik anlayışını canlandırmış, riya, hile ve yalanı mübah kılmış, bir vesayet zinciri oluşmasına sebebiyet vermişlerdir.

Örnek vermek gerekirse Kaddafi öncesi ve sonrası Libya’da ortaya çıkan kabile savaşları, devlete hakim olma çabalarını beraberinde getirmiştir. Sadece kendi gruplarından veya aile fertlerinden kişilerin devlet yönetiminde etkin olmasını isteyen bu gruplar ülkeyi iç kaosa sürüklemekle kalmayıp doğal kaynaklarını sömürgeci anlayışa (Osmanlı himayesinden ayrılmalarından beri) terk etme durumuna düşmüşlerdir. Bugün Libya’da bulunan milislerin bir çoğu devletten maaş alan ‘’Devrim Muhafızı’’ statüsüne sahipken devletin en büyük havalimanından tutun ta petrol kuyularına kadar hakimiyet kurma çabası içindedirler. Bu durum o kadar vahimdir ki geçen yıl bu yapılanmalarla mücadele etme gayretinde bulunan Emniyet Müdürü bile suikasta kurban gitmiştir. Libya örneğini vesayet ve kabilecilik çizgisi üzerinden anlatmamız ise bu basit devlet sistemindeki şeffaflığın varlığından dolayıdır.

Türkiye’de kabilecilik ise çok farklı düzeydedir, her gün yeni bir kalıp ve yeni bir kılıf kendine bulabilmektedir. Kimi zaman Hindistan’daki kast sistemine benzere özellikler taşıyan bu yılan kimi zaman ideolojik çehrelerle karşımıza çıkmakta fakat çoğu zaman ise ulvi- manevi maskeler takılmak suretiyle gizlenmeye çalışılmaktadır.

Aslında kabilecilik anlayışı günümüzde de ismi değiştirilmiş bir halde varlığını sürdürmektedir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 10 Ağustos’ta Cumhurbaşkanlığı seçimini kazandıktan sonra yaptığı balkon konuşmasında’’ artık vesayetin biteceğini söylemesi’’ bizler için kabilecilik anlayışını geride bırakıldığını ima eden bir konuşma olarak anlam kazanmıştır.  Nitekim Türkiye’de kabilecilik anlayışı belirli bir milletten olanlar değil ideoloji odaklı şekillenmiştir.

İslam coğrafyasında yaşayanlar olarak bizler, kabileciliğe son derece karşı bir oluşumun içinde yer alıyoruz. Milliyetçilik söylemlerinin geride bırakılmaya çalışıldığı bu günlerde önümüze çıkan en büyük tehlike vesayet yılanının şekil değiştirerek aramıza girme hevesiyatı içerisinde oluşudur.  Bugüne değin toplumu rahatsız eden vesayet anlayışı devletin içindeki yapılanma olmuşken bundan sonraki merhalede sivil toplum kuruluşları, siyasi partiler, kâr amacı gütmeyen kuruluşlar arasında kendini gösterme hevesiyatına girmiştir. Nitekim topluma hizmet saikiyle kurulan umum sivil toplum faaliyeti gösteren kuruluşlar birer rant alanı olmaktan kendini alamaz bir duruma gelmektedirler.  İtaat çizgisi önem kazanmış ve bu şekliyle ‘’emanet’’ kavramının içi boşaltılmıştır. Nitekim ‘’emanet’’ ‘’emin olunan kişiye’’ saklanması için verilen maddi veya manevi bir değerken emin olunan kişi itaatinden sual olunmaz kişi olarak beyinlerimize kazınmaya çalışılmaktadırÖnlemimiz Yeni Türkiye söyleminin umududur. Yöneten dizayn eden, dağılımı sağlayan büyüklü küçüklü yönetici olan bizler için bir diğer önemli husus ‘’ehliyet sahibi kişi’’ tasviridir. Ehil kişi uzmankişi olarakta tanımlanabilir. Uzman kişi; bilirkişi, bilirkişi ise izleyen, okuyan, çalışan, öğrenen ve uygulayan olarak tanımlanır. Tehlike ise ehil kişi kavramı bizlerde ‘’ehlileştirilmiş’’; ’’ yontulmuş’’ kişi olarak karşımıza çıkma tehlikesidir. Her nasıl ki bir Türk erkeğinin gerçekten Türk olması ve piyasada ‘’adam’’ olması için askere gitmesi lazım geldiği kanısı sahipken bizim ehil adam görüşümüze ise siyasetin rahle-i tedrisinden geçmek, sille yemek olarak hissedilir. Varsın hissedilsin ama vesayet ve kabilecilik yılanına karşı tedbir lazım gelir. 

İstişare ise yönetim için ‘’sine qua non’’ yani ‘’olmazsa olmazdır’’. İslami olarak bizlerde içtihat haline gelen, sonrasında unutulan, şimdilerde ise hatırlatılmaya çalışılan bir kavramdır istişare. Aslında şanslıyız nitekim İstişare kültürü bizlerde sadece İslam dininden dolayı değil,  Orta Asya rüzgârlarının anımsattığı bir şeydir. Toy adı verilen meclislerde devleti veya reayayı ilgilendiren konular tartışılır, konu hakkında herkesin fikri alınrdı. ‘’Y’’ kuşağının anlayacağı bir şekilde örneklemek gerekirse: ‘’ Diriliş Ertuğrul’’  dizisinde sevilmeyen karakter ‘’KURDOĞLU’’ nun sadakatinden şüphe duyulsa dahi toylardan eksik edilmemiş ve olumlu veya olumsuz görüşleri alınması usulüne devam edilmiştir. Bu bağlamda doğrudan çocğulcu bir anlayışın temelleri işlenmiş, pas tutmalara karşı boy töresi(içtihadı) geliştirilmiştir.

 Bizlerin zehri ise göstermelik istişare mekanizmaları tertip edip ‘’sadıkâne yâr’’ olarak belirlediğimiz itaatperestlerimizle ayrı istişare mekanizmalarını işlevselleştirmeye  gayret etmemizdir. Tabi bu ‘’sadıkane yar’’ diye tabir ettiğimiz cenahların bugün devletin içinde parelel bir yapıyla vesayet zinciri oluşturma çabalarına çok yakın bir zamanda şahit olmuş idik.  Demek geniş kitlelerle istişare etmek, tek bir kişiye veya gruba yönelmemek önemli, bu mekanizmanın işletilmemesi de son derce tehlikelidir. Hele bizler gibi düşüncelerin çarpışmasından çok tarafgirliğin ve taraftarlığın rağbet gördüğü bir sitemde bu durum çok daha tehlikelidir. Yine de söylemden ziyade bizlerin umudu; vesayete karşı YENİ TÜRKİYE.

Adalet ise değişmez, değişemez evrensel bir değerdir. O kadar değerlidir ki en güçlü dönemlerinde İslam devletleri,  asıl olarakta Osmanlı Devleti temellerini adalet üzerine inşa etmiştir. O kadar ki Timur felaketinden sonra Osmanlı’ya bağlı milletler emin oldukları adalet sebebiyle isyana baş göstermemiş fetret devri en az hasarla geçirilmiştir. Sadece o dönemde değil, İstanbul’un fethi sırasında dahi İstanbul’daki Ortodoks cemaati ‘’Katolik külahı görmektense Osmanlı sarığı görmeyi yeğleriz’’ derken can ve mal bakımından emin oldukları, yönetmeye ehil oldukları, reayanın haklarını gözettikleri ve gerekirse çoğunlukta bulunan umum halka karşı azınlığın haklarını korudukları Osmanlı’ya bayrağı devralmasında kolaylık göstermişlerdir.

Demek ki adil olan, istişare mekanizmasını gönlünde işleten, emin ve ehliyetli her hareketin karşısında ne bir kale ne bir sur, ne bir set, ne de bir gönül fetholunmaktan alıkonulmaz. İşte bu sebepledir ki dillerimize pelesenk olan DAVA şuurunun usulünün belli edilmesi gerekmektedir. Nitekim sadece esas üzerine inşa edilmiş bir yapı, bir dernek, bir hareket ne kadar ulvi amaç ve çıkarlar etrafında birleşirse birleşsin gönül zenginliklerinin muhafaza edilmesi için usul çizgilerinin hatta bizim düşüncemizle bir müslümanın sahip olması gereken kırmızı çizgilerinin net bir şekilde ifade edilmesi gerekir. Koskoca Devlet-i Ali bu hususlardan sapmasıyla yıkılmışsa, koskoca insan benliği bu hususları dikkate almadığı için buhranlara sürüklenmişse ve koskoca nice aşklar bu sebeple körelmişse bunlara dikkat etmemek gaflet denizinde boğulmak demektir. Nitekim bir geminin su almasını önleyen en mühüm tedbir o geminin tüm dalgalara ve felaketlere dayanıklı olarak inşa edilmesidir. Tek umudumuz Yeni Türkiye ve bu uğurda çeşitli kurum ve kuruluşlarda çalışan emek gösteren tanıdığımız tanımadığımız hüdabilir ve vatanseverlerdir.

Bu saikle Dış İlişkiler Başkanlığımızdaki muhtemel son yazımızı yazarak sizlere veda eder, haklarınızı helal etmenizi niyaz ederiz.

      Av. Ahmed S. ATILĞAN
 Ak Parti İzmir İl Gençlik Kolları
          Dış  İlişkiler Başkanı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder